Tüketim toplumu, pek çoğumuzun içine doğduğumuz ve içinde yaşamaya zorlandığımız çağın hastalıklı ortamı. Adı üstünde, “üretim” değil, “tüketim” üzerine kurulu bir dünya. Her şeyin satın alınabilir, ulaşılabilir ve tüketilebilir olduğu üzerine oturtulmuş. Tüketim kültürü, bu hastalıklı ortamda yaşamak için üzerinize giymek zorunda olduğunuz elbise, bir maske- ki yemeden sırf aç gözlülükle alıp attığınız yiyeceklerden dolayı Afrikalı bir çocuğun gözlerine bakarken utanmayasınız diye. Bir hevesle alıp dolaptan belki bir kez bile çıkarmadığınız giysilerden kurtulabilmek için. Ve kapitalizm ise buna ulaşmak için maalesef kullanmakta olduğunuz araç.

Ben bu yazıyı genel bir tüketim toplumu eleştirisi yapmak için kaleme almadım. Aslında uzun zamandır aklıma takılan bir takım tutarsızlıkları sıralamak istedim unutmamak için. Turizme ilişkin.
Turizmin geçmişi elbette çok uzun zamanlara dayanıyor. Evliya Çelebiyi düşünelim örneğin. Gothe’nin İtalya seyahatini. Ve daha pek çoğunu. İnsanın sürekli görme arzusu. Yeni şeyler görme, dokunma, keşfetme. Bunlarda elbette bir sorun yok. Yeni bir şeyler görmeyi kim istemez ki.
Problem aslında tam da burada başlıyor. Gördüğünüz şeyler ne kadar yeni? Yani tarihi eser ise zaten eskidir ancak bahse konu olan görselin kendisi. Pisa Kulesi fotoğraflarına dikkat ettiniz mi hiç? Yani insanların çektirdikleri? Hepsi ezberlenmiş gibi kulenin sağ yanında yerini alıyor ve onu düzeltmeye çalışan bir hareket yapmaya gayret ediyor. Ne kadar yaratıcı. İki parmak arasına alınmış Eiffel Kulesi. Hep aynı açıdan çekilmiş bir Vatikan. Juliet heykelinin memesini tutan uzak doğulu tipler. Milano’da Vittorio Emanuele II pasajındaki yere yapılmış boğa mozaiğinin malafatına ayak basılmış fotoğraflar. Daha neler neler.
Profesör Orhan Kural’ın başkanlığını yaptığı Gezginler Kulübü’nün bir etkinliğine katılmıştım zamanında. Üyeler arasında konuşulan tek konu, kaç ülke gördüğü. Yani git, bir gün kal, orayı görmüş sayılıyorsun. Tüketim toplumunun bütün sistemi şimdi bunun üzerine kurulmuş durumda. Tur programları ne kadar çok ülke ve şehir gördüğünle alakalı. Bir turda yedi ülke, 12 şehir filan. Zaten tur 10 gün, ne ara yol yaptın, ne ara uydun gözünü sevdiğim? Ne gördün?
Her şey sistematik. Aç bir telefon uygulaması, kaç saatin varsa ona göre bir gezi programı ayarlıyor sana. Roma’da mısın, şu, şu şu binalara git, şuradan tatlı ye, buradan kahve içmeyeni, o çeşmeye para atmayanı dövüyorlar. Herhangi bir goggle görsel aramasında görebileceğin fotoğrafları bir milyonuncu kez çek, paraları bayıl becerikli İtalyan devletine, dön gel. Ünlü Türk büyüğü Tahsin Akçay’ın dediği gibi, “Gör gözüm yolları, içtim soğuk suları.”
Oysa gezmek bu değil, tüketmek saatleri, görselleri, binaları, paraları. İtalya’nın hangi şehrine gitsen Türkçe sesler duyuyorsun. Bu kadar mı zenginiz? Nasıl da savuruyoruz böylesine umarsızca? Gezmek, bir şehri turist olarak değil, bir Dünya vatandaşı olarak gezmektir. Trip Advisor’dan en yüksek notu alan herkesin bildiği restoranı bulmak değil, sokak arasında sadece oralı ve ağzının tadını bilenlerin bulduğu sakatatçıyı bulmak demektir. Orada nitelikli zaman geçirmek. Yerel birkaç kişi ile konuşmak için kendini zorlamak. Birkaç şaka öğrenmek. Kimsenin görmediği o açıyı yakalamak ve onu üretmek. Ve üretmek, evet. O şehri bilmem kaç bininci kez tüketmek yerine bir şeyler üretmek. Ne kadar uzak bir kelime.

Kimler gerçek anlamda gezginlik yapıyor biliyor musunuz? Sadece çıkış biletini ve sırt çantasını alıp gözünü karartan aslanım gençler. Bir şehre gidiyorlar. Amaçları koşturarak şehir ya da yol kat etmek olmayanlar. Okul bitiyor, kendisine iki yıl izin veriyor ve yollara çıkıyorlar. Coach surfing ile kalacak bedava yerler buluyorlar. Karşılığında bulaşıkları yıkıyorlar. Lokantalarda çalışıyorlar. Bileklik satıyorlar. Arkadaş buluyorlar. Aşık oluyorlar. O şehrin duvarlarını değil, hayvanlarını sevip okşuyorlar. İşte gerçek gezginler onlar.
Gör gözüm yolları…