Yalan, Ahlak ve Akıl İlişkisi Üzerine

0
1636

Truva Savaşı başlayalı on yıl olmuştu ve sonu gelecek gibi görünmüyordu. Truva şehrinin yüksek surları, Yunanlıların şehri almasına engel oluyor ve savaş bir türlü bitmek bilmiyordu. Askerler bezgin bir halde idi. İthaka Kralı Odysseus, henüz savaşa gitmeden evlendiği karısı Penelope ile oğlu Telemakhos’un hasreti ile yanıp tutuşuyordu. Zekâsı ile ün salmış komutan bir şeyler yapmalıydı. Günlerce kafa yorduktan sonra aklına müthiş bir fikir geldi. Ödlekliği ile meşhur olan olan Yunanlı Epeius’a dev bir at inşa ettirdi ve dünyanın en ünlü yalanı ya da aldatmacası başladı. Atın içerisine otuz Yunan askeri yerleştirildi. Tüm ordu kampı yakarak geri çekilirken at ve Simon adlı asker kıyıda bırakıldı. Truvalılar merakla atın yanına geldiklerinde Simon ağlayarak Yunanlılardan ne kadar nefret ettiğini, onu yelkenler için gerekli rüzgârı versinler diye tanrılara kurban olarak bıraktıklarını, atın Tanrıça Athena’ya bir armağan olduğunu ve eğer Truvalılar onu yakarlarsa lanetleneceklerini; Yunanlıların gerçek amacının da bu olduğunu bir çırpıda anlatıverdi. Zafer sarhoşu Truvalılar atı şehrin içerisine soktular ve gece boyunca içki içip dans ederek zaferi kutladılar. Gece belli bir saatten sonra onların sızmasını bekleyen Yunan askerleri attan indiler ve şehrin kapılarını açtılar. Truva şehri böylece düşmüş, savaş sona ermiştir.

Beni bu hikâyede en çok etkileyen şey, böylesi güçlü bir yalana karşı Odysseus ve Epeius’a kimsenin ahlaksız ve yalancı sıfatlarını yakıştırmaması, aksine bunun bir savaş aldatmacası olarak değerlendirilmesi nedeniyle Odysseus’un “zeki” bir adam olarak değerlendirilmesidir.

Öte yandan bununla karşılaştırıldığında çok daha masum sayılabilecek yalanları söyleyen kişiler ahlaksız yakıştırmasına layık görülmektedirler.

Meslek hayatım ve akademik geçmişim boyunca yalan tespit etmek ve yalancıları yakalamak ile uğraştım. Özellikle mesleğim dâhilinde yakaladığım yalancıları ahlaksızlıkla suçlamak hiç aklıma gelmedi. Çünkü Ceza Muhakemesi Kanunu’na göre şüpheli ya da sanık yalan söylediği gerekçesi ile suçlanamaz. Öte yandan yalan ve aldatmanın ahlaki bir boyutu olması da kaçınılmazdır. Ahlakın kaynaklarından birisi kutsal kitaplardır. Kuran’a göre “Bütün yalancı günahkârların vay haline.[1]” İncil’de “Çalmayacaksınız. Hile yapmayacaksınız. Birbirinize yalan söylemeyeceksiniz.[2]” demek suretiyle yalan yasaklanmaktadır. Musa’nın on emrinden dokuzuncusu “Komşuna karşı yalan şahitlik yapmayacaksın,”  şeklindedir. Demek ki yalanın mutlaka bir ahlaki boyutu vardır ama bu durum oldukça kaygan zemindedir.

Ahlak, bir toplumun, bir dinin, bir grubun ya da bir kliğin o dönemde geçerli doğru anlayışıdır. Ahlak, kulağa hiç öyle gelmese de çoğunlukla değişkenlik gösterir. Batı’da 14 yaşındaki bir kız, çocuk olarak kabul edilmektedir. Bu çocuğa cinsel anlamda bakmak, hele hele yaşı geçkin bir adamın bakması sapıklık ve ahlaksızlık olarak kabul edilir. Ancak Doğu’nun pek çok yerinde bu yaştaki bir kız çocuğu bir eş ve anne adayıdır, parayı verdikten sonra kimin evlendiğinin çok önemi yoktur. Hindistan’da ise artık yasaklanmış olmasına rağmen hala bazı yerlerde gizli bir biçimde yürütülen geleneğe göre kız çocukları adet görmeye başladığında o kasabanın tanrı kabul edilen rahibi tarafından tecavüze uğramaktadırlar ve bu durum bizdeki sünnet düğünü geleneği gibi coşkulu bir kutlama ile karşılanmaktadır. Bunun yapan ya da müsaade eden kişilere göre bu durumun ahlaksızlıkla bir ilgisi yoktur. Üç ayrı ahlak anlayışı ve her biri ancak kendi içinde tutarlı.

Buradan şu yargıya ulaşmaya çalışıyorum: Ahlak ile yalan ya da aldatma her zaman aynı kulvarda ilerlemez. Kişiler, ahlaki olarak değerlendirdikleri her durum için kendilerini uyarlayarak rahatlıkla yalan söyleyebilirler

Sözlü ve yazılı anlatım analizi ile yalan tespit uzmanı Dr. John R. Schaffer, kitabında Miiler Kanunu’nu aktarır[3]: “Bir kişinin ne söylediğini anlamak için önce onu doğru kabul edin, sonra kendi kendinize sorun: Bu neyin doğrusu?” Kişinin ahlaki olarak zorlanmadan yalan söyleyebilmesinin en temel yollarından bir tanesi, kendi doğrunu yaratmaktır. Kendi doğrusunu yaratmayı başaran kişi için artık yalan söylemek çok daha kolaylaşır. Şahsi doğrusu ile ahlak çerçevesini genelleştirir ve herkesin bunu paylaştığı kurgusunu yaratır. Yalan söylemediğini varsayar, böylece zihinsel zorlanmalardan uzaklaşarak daha rahat yalan söyler.

Yalana ilişkin olarak incelenmesi gereken bir diğer parametre ise yalan ile akıl ve zeka ilişkisidir. Yalan söylemenin akıllı ve zeki insanların işi olduğu genel kabul gören bir kavramdır. Victor Hugo’nun sözü de bu anlamda yol gösterici olabilir:

“Yalan zekâ işidir, Dürüstlük ise cesaret. Eğer zekân yetmiyorsa yalan söylemeye, Cesaretini kullanıp dürüst olmayı dene.”

Akıl, kişinin biliş düzeyi; zekâ ise o aklı en verimli bir biçimde kullanabilme becerisi olarak en kestirme bir biçimde tanımlanabilir. Akıllı insan daha kolay ve zorlanmaksızın bir yalanı söyleyebilir. Yalan söylemek, kişiyi bilişsel olarak son derece zorlayan bir faaliyettir. Kişi, hiç olmayan ya da bazı önemli bölümleri değiştirilmiş bir hikâyeyi kurgulamak ve inandırıcı bir biçimde anlatmak durumundadır. Bu başlı başına bir iştir. Gerçek, hayatın akışı içerisinde çoğu kez zorlanmadan yol alır. Gerçeği söyleyenin kaygısı olanları olduğu gibi aktarmaktır. Yalan söyleyenin ise kaygısı inandırıcı bir hikâye anlatabilmek ve karşısındakini ikna edebilmektir. Bu nedenle yalan söylemek, gürül gürül akan bir nehrin tersine yürümeye çalışmak gibidir. Kişi yalan söylerken aynı zamanda ses tonunu ve beden dilini ayarlamak durumundadır çünkü doğal anlatımdan ister istemez uzaklaşmıştır. Yalan söylerken bir yandan da karşısındaki kişiyi izlemek zorundadır ki ona inanıp inanmadığını anlayabilsin. Eğer karşısındaki kişinin inanmadığını görüyorsa bu kez hikâyeyi biraz daha değiştirerek inandırıcı bir duruma getirmelidir. Bunları yaparken de sürekli kendisini, sesini ve davranışlarını kontrol altına almak durumundadır. Görüldüğü üzere tüm bu çaba, yalan söyleyeni bilişsel olarak oldukça zorlar. Buna bilişsel yük (cognitive load) kuramı adı verilmektedir. Teoriye göre yalan söylerken bunca zorlanan kişinin hareketleri ve konuşması yavaşlayacak, beden dili durgunlaşacak ve göz bebekleri büyüyecektir.

İşte bunca zorlayıcı bir edim olan yalan söylerken, akıllı ve zeki insanlar çok daha az bilişsel yüke maruz kalacaklardır. Fakat madalyonun ikinci bir yüzü daha vardır. Ben bunu “Herkes inanmak istediği yalana inanır” şeklinde özetliyorum. Dolandırıcılık olaylarının pek çoğu, insanların zaafları kullanılmak suretiyle gerçekleşmektedir. Herkesin bir zayıf noktası vardır. Hakkı olandan fazlasını ya da hak etmediği bir şeyi kolay yoldan elde etmek pek çok kişinin ince karnıdır. Bunun bilincinde olan ve fırsat kollayan yalancılar ya da dolandırıcılar kişilerin bu yönünü istismar etmekte ve kişiyi yalanlarına inandırabilmektedir. Bu durumda yalana inanan kişi daha akıllı olduğunu zannetmekte ya da aslına kandırılanın kendisi karşısındaki kişiyi kandırmaya çalışmaktadır. Geçmiş dönemin en meşhur dolandırıcılarından Sülün Osman, insanların bu zaaflarını kolayca fark eden ve o zayıf noktalardan vuran bir yalancıdır. Ucuza Boğaz Köprüsü’nü satın almak ve Sülün Osman’ı kazıklamak isteyen sözde uyanıklar, defalarca köprüyü satın almışlar ve paralarını kaybetmişlerdir. Yine geçmiş dönemde bir bankanın “bankazedeleri” olarak bilinenler; keza daha da eski dönemin “bankerzedeleri”, ölçüsüz ve hileli faizleri elde etme arzusuna kapılarak bu duruma düşmüşlerdir. Yani yalan söylerken “akıllı” olmanın yanında, yalan söylenenin de “akıllı” olduğunu sanması, yalanın başarıya ulaşmasında çok önemli bir faktördür.

Kısaca özetlemek gerekirse bir yalanın başarıya ulaşabilmesi için yalancının ahlaki kaygılarının olmaması ya da kendi doğrusunu yaratması; yalancının akıllı olması ve yalan söylenenin kendisini akıllı sanması önemli ve yeter şartlardır. Yalancı ne kadar akıllıysa ve karşısındaki kendisini uyanık olarak kabul ediyorsa, yalan kurgusu çok daha doğal bir biçimde oluşacak ve bir o kadar inandırıcı olacaktır.

Emrah Akçay[email protected]


[1] Casiye suresi 7. Ayet.

[2] Lev.19:11

[3] Schafer, J.R. (2010). Psychological Narrative Analysis: A Professional Method to Detect Deception in Written and Oral Communications. Springfield, Charles C Thomas Pub Ltd.